İçine girdiğimiz mekânların ruhu vardır. Kimi mekânlar, adımımızı atar atmaz huzur verir; kimileri ise bunaltır. Hiç tanımadığımız bir yere, bir eve, bir mağazaya girdiğimizde, oradaki hava bizi sarıp sarmalar. Mekânların enerjisi vardır.
İçinde girdiğim mekânlar, benim duygularım üzerinde hep çok etkili oldu. Bazı ortamlarda son derce verimli çalıştım; bazılarında aklımı hiç toplayamadım. Bazılarında huzur buldum, bazılarından kendimi dışarı atmak istedim. Bu sadece iş hayatımda değil, özel hayatımda da böyle oldu: Kimi arkadaşların evleri, bazı restoranlar, havaalanları, hatta oteller çok somut bir nedeni yokmuş gibi görünse de beni ya kendilerine çekti ya da itti.
Mekânlar sizi de etkiler mi? Sizin de ruh haliniz mekâna göre değişir mi?
Mekânlar sadece ruh halimizi etkilemekle kalmaz, mekanlar davranışlarımızı da belirler. Bir ortamın temiz olması, oraya gelenlerin de temizliğe uymalarını sağlarken; her yeri çöple dolu bir sokakta çoğunluk, yere çöp atmakta hiçbir sakınca görmez. James Q. Wilson ve George Kelling’in, “Kırık cam sendromu” olarak adlandırdıkları duruma göre; bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci, önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Bu teoriye göre, çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otoritenin olmadığını düşünüyorlar. Zamanla diğer camlar da kırılmaya, çöpler birikmeye başlıyor. Ardından da daha büyük suçlar geliyor ve bir süre sonra o sokak, polisin bile giremeyeceği “kurtarılmış bir bölgeye” dönüşüyor. (İyilik Ayrıntıda Gizlidir!)
Nasıl ki evimizin düzeni, içindeki eşyalar, bizim ruh halimizi etkiliyorsa; çalıştığımız işyerinin ofisleri, toplantı salonları, yemekhaneleri, koridor ve tuvaletleri de bizim üretkenliğimizi, şevkimizi ve yaratıcılığımızı belirler. Sanıldığının aksine, mekânın iyi düzenlenmesi sadece parası olanların elde edeceği bir ayrıcalık değildir. Her gelir seviyesi için rahat, ferah, huzurlu bir ortam yaratmak mümkündür. Hem evde hem işyerinde hem de kamusal alanlarda.
Yeni nesil şirketler sadece herkesin kullandığı ortak mekanları bu anlayışla düzenlemekle kalmıyor, aynı zamanda her çalışanın kendi özel alanının, kendi kişiliğini yansıtmasını destekliyor. Bu işyerleri, çalışanların kendi masalarını özel fotoğraflarıyla, kendilerine “uğur” getirdiğini düşündükleri aksesuarlarla, tuttukları takımının renkleriyle süslemelerini destekliyor.
Çağdaş işyeri anlayışı, çalışma mekânlarının kişiselleştirmesinden ve bireysel renklerin ofis ortamına taşınmasından yana. İlk bakışta kişiselleşmiş mekânlar, kurum kimliğinin bütünlüğünü bozacakmış gibi görünse de, çalışanlara daha fazla özgürlük, esneklik verdiği ve çok kültürlülüğü desteklediği için bu yaklaşım, yeni nesil iş yerlerinde daha sıcak karşılanıyor.
İş ortamlarının lüks ya da şaşalı olması hiç de gerekli değil; ama evde geçirdiğimiz zamandan bile daha fazla zaman geçirdiğimiz işyerlerinin mutlaka özenle döşenmesi gerekiyor. İş ortamındaki verimlilik, başarı, uyum, mutluluk ve yaratıcılığın artmasını istiyorsak, mekânsal düzenlemeleri tekrar gözden geçirmemiz gerekir. İşyeri mekânına yapılan her türlü yatırımın aslında insani sermayeye bir yatırım olduğunu düşünüyorum.
Son yıllarda artan maliyet baskısı nedeniyle, şirketlerin bu önemli konuyu ikinci plana atmasına üzülüyorum. Kaynakları tasarruflu kullanma anlayışına sonuna kadar inanmama rağmen, şirket yönetimlerinin bu konuyu göz ardı etmesini bir hata olarak değerlendiriyorum.
Çalışanların bağlılığı sadece mekânın “güzelliğine” bağlı değildir elbette. Hiçbir mekânsal düzenlemenin işyerindeki kötü ilişkilerin günahını örtmeye yetmeyeceğini biliyorum; ama iyi bir fiziksel ortamın çalışanların ruh hali üzerinde çok olumlu etkide bulunduğunu da çok net olarak görüyorum. Bu “güzelliğin” de çok büyük paralara mal olmayacağını da biliyorum. Çünkü bir mekânın ruhunun olması, bir anlayış ve tarz meselesidir; salt parayla ilgili değildir.
Bu konuyu ciddiye alan ve hiç de büyük paralar harcamadan çalışma ortamlarını gerçekten insancıl olarak düzenleyen şirketler var. Google ofisleri yaratıcılık, eğlence ve farklılığın zirvede olduğu, olabildiğince kişiselleştirilmiş ve çalışanlara özgürlük veren mekânlar olarak öne çıkıyor. Apple, IDEO gibi yeni nesil şirketler de bu şekilde davranıyor. (Bu fotoğraflar Google Zürih ofisinden)
Yeni nesil şirketlerde çalışanların “misafir gibi” ağırlanması, istedikleri zaman istedikleri yemek ve içeceklere ulaşabilmesi de son yılların trendlerinden biri olarak öne çıkıyor. Birçok yeni nesil şirket, çalışanları daha uzun saatler ofise bağlamak ve onların ofis içinde birbiriyle etkileşime geçip, takım çalışması yapmalarını desteklemek, çalışmayı daha zevkli hale getirmek için mekânlarını olabildiğince davetkâr (lüks değil) hale getiriyor. Bu şirketlerde, sadece yiyecek içecek büfeleri değil; duş, pinpon masaları, müzik odaları gibi bölümler de çalışma mekânının bir parçası olarak düşünülüyor.
Mekânsal düzenlemede iki tane kötü uygulama var:
Bazı mekânlar, “temizlik ve düzen” yaratmak adına askeri bir disiplinle yönetiliyor ve her tarafta çevrenin temiz tutulmasına ilişkin uyarılar var. Bu anlayış, ruhu, enerjisi olmayan, ilham vermeyen, steril mekânlar yaratıyor. Ben çalışma alanını bu anlayışla yöneten şirketleri, statüyü ve hiyerarşiyi yansıtma çabasında olan şirketler olarak görüyorum. Bu şirketlerden içeri girer girmez, mekâna sinmiş bürokrasiyi solumaya başlıyor insan.
Bir başka grup şirkette ise ofislerin dekorasyonu, sadece müşteriler ve şirkete gelecek misafirler hedeflenerek yapılıyor. Kimi evlerdeki ”misafir odası” mantığıyla bu işyerleri, sadece gösteriş kaygısı güden düzenlemeler yapıyor. Çalışanları hiç dikkate almayan, pislikleri halının altına süpüren bu anlayış, “iki yüzlü mekânlar” ortaya çıkarıyor.
Maalesef birçok lüks restoran ya da otelin “arka tarafları” bu anlayışı yansıtıyor. Görünür mekanlardaki lüks, şaşa ve hijyenin aksine arkada, oldukça “metruk” bir görüntü hâkim oluyor. Bütün yatırım tamamen bir “imaj yönetimi” yaklaşımıyla, o mekânın ziyaretçiler tarafından nasıl görüleceği üzerine yapılıyor. Çalışanların rahatı, zevki ve konforu ikinci plana itiliyor hatta hiç dikkate alınmıyor.
Çalışma mekânlarının tasarımı ile şirketin yaratıcılığı ve yenilikçiliği arasında doğrudan bir ilişki vardır. Reklam ajanslarına girdiğimiz zaman bunu hemen fark ederiz. Birçok reklam ajansının ofis tasarımı, geleneksel anlayışın çok dışındadır. Ajanslar genelde çok daha yaratıcı, enerjik ve sıra dışı ofis tasarımları olan işyerleridir. Birçok reklam ajansı çalışma alanlarının tasarımına büyük yatırımlar yapar. TBWA Chiat Day Los Angeles merkez binası, Frank Gehry tarafından tasarlanmıştır.
Mekan tasarımı konusunda herkesin yararlanabileceği önemli bir kaynak da, 3500 yıllık bir geçmişi olan Feng Shui felsefesidir. Feng Shui, insanların ruhunu besleyecek, mutlu edecek mekânlar yaratmanın yollarını gösteren bir öğreti olarak 1990’lı yıllarda Batı Ülkeleri’nde yükselişe geçti. Dünyada bu bilgelikle tasarlanmış, stres seviyesi düşük, mutluluğu yüksek birçok ofis var.
Bu felsefeye göre, işyerimizi ve evimizi; ilişkilerimizi, verimliliğimizi olumlu etkileyecek şekilde düzenlemek bizim elimizdedir. Yaşadığımız yerler, bize huzur ve enerji verebileceği gibi, eğer özen gösterilmezse sıkıntıya ve verimsizliğe de yol açabilir. Yaşadığımız yerleri iyi tasarlarsak kendi potansiyelimizi de arttırabiliriz.
Mekan tasarımı biçimsel bir unsurdur; ama bizim ruhumuza, huzurumuza, enerjimize ve ilişkilerimize doğrudan etki eden bir güce sahiptir. Üretkenliğimizi belirlediği için sadece biçimde kalmaz, özü de etkiler.
Konuyla İlgili Makale ve Linkler
- Peter Lawrence, “Enabling Innovation Through Office Design”
- Peter Holdt Christensen “Open space offices as a HR tool for building social Networks”
- Paula lehman, “Do yu Work in a Zoo?”
- Office of the 21 Century
- Kevin Kampschroer, Judith Heerwagen, Kevin Powell “Creating and Testing Workplace Strategy”, HBR February 2007
- Jonathan Spira, “The Cost of Not Paying Attention: How Interruptions Impact Knowledge Worker Productivity”
- Jane Wakefield “Google your way to a wacky Office”
- Ian McCallam “Where We Work: Creative Office Spaces”
- Feng Shui
- Emilly Keller, “Why You Can't Get Any Work Done”
- Edward Hallowell "The Human Moment at Work"
- Cliff Kuang, ”Evolution of Office Spaces Reflects Changing Attitudes Toward Work”
- Broken Windows Theory
Yine çok önemli bir konuya temas etmişsiniz. " İyilik Ayrıntıda Gizlidir! " i de keyifle okumuştum.
Benim de çok kafamı kurcalayan bir durumdur çalışanlar için iş ortamının kalitesi, keyfi, çalışan mutluluğunun üretime katkısı… Anlayamadığım şey şu : İnsanlar günün en az 8-10 saatini geçirdikleri mekanın aydınlatmasını, ( oturdukları sandalye dahil ) ergonomisini, temizliğini, havasını, estetiğini düşünmezken 3-4 saat geçirecekleri evlerinin gösterişli, havuzlu, jakuzili olmasını istiyorlar…
Sanırım bunun altında yatan psikoloji aslında çalışmayı sevmemeleri. Çalışma mekanını eziyet çekilen yer olarak görmeleri.