Siz oy vereceğiniz partiye nasıl karar verirsiniz?
Bazıları lidere oy verir.
Bazıları da kendi fikirlerini hayata geçirecek olan partiye oy verir.
Bazıları ise bir futbol takımını tutar gibi oy kullanır; taraftarı olduğu parti ne yaparsa yapsın, lideri kim olursa olsun tercihini hiç değiştirmez.
Peki siz oy verirken aklınızı mı kullanırsınız yoksa duygularınızla mı hareket edersiniz?
Son yıllarda yapılan araştırmalara göre çoğunluk oy verirken akılcı değil, duygusal karar veriyor.
Bu satırları okurken büyük bir ihtimalle siz de bana katılıyor ve gerçekten kitlelerin duygusal davrandığını; ama aynı zamanda kendinizin kitlelerden farklı olduğunu, onlara kıyasla daha akılcı davrandığınızı düşünüyorsunuz. Doğrudur, zaten yapılan araştırmalara göre insan “başkalarının duygusal, kendisinin ise daha akılcı kararlar aldığını” iddia eder. (Dünyada En Adaletli Dağıtılmış Şey Akıldır.)
İşin aslı şu ki çoğumuz duygularımızla karar alırız; ama “Ben hislerimle oy veriyorum.” demenin hiç hoş karşılanmayacağını düşündüğümüz için özünde duygusal olan tercihimizi akla uygun göstermeye çalışırız. Tartışırken mümkün olduğu kadar akılcı görünmek isteriz.
Oysa kendimizi bir siyasi partiye ya da bir lidere “yakın” görmeye başladıktan sonra gözümüz kararır. Hangi partiyi “tutuyorsak” aklımız o partiyi kayırmaya başlar. Rakip partinin çok mantıklı, çok gerçekçi, çok tutarlı önerilerini bile kabul etmeyiz.
Emory Üniversitesi’nden Drew Westen’in FMRI teknolojisi kullanarak yaptığı araştırmalar bu gerçeği kanıtlıyor. Westen’e göre bir lider seçmeniyle duygusal bir bağ kurmayı başardığı takdirde büyük avantaj sağlıyor. Gönül ilişkilerindeki gibi bir durum çıkıyor ortaya. İnsanlar duygularıyla aldıkları kararları savunmak için mantıklarını kullanıyorlar.
Kendisini seçmeniyle özdeşleştiren, onlardan birisi olduğunu hissettiren liderlerin başarısı bu nedenledir. Westen’e göre Clinton da bu nedenle başarılı olmuştur.
2007’de New York Üniversitesi’nden Marco Iacoboni’nin ve 2011’de Londra Üniversitesinden Ryota Kanai’nin yaptıkları çalışmalar da Westen’inkilere paralel sonuçlar verdi.
İnsanların oy verirken nasıl bir tutum içinde olduklarını üç gruba ayırmak mümkün:
1. Bazılarımız bir lidere bağlanıyoruz ve sonra mantığımızı bir kenara bırakarak liderin peşinden gidiyoruz. Bir kere bu duygusal bağ oluştuktan sonra lider ne yaparsa yapsın ne derse desin, onu desteklemeye devam ediyoruz. Lideri kendimize ve hayat tarzımıza yakın görmemiz, bizi onunla aynı ailenin bir parçası gibi yapıyor, söylediklerine her zaman inanmaya hazır bir duruş sergiliyoruz.
2. Bazılarımız bir partiye bağlanıyor. Bir futbol takımını tutar gibi, partinin taraftarı oluyoruz ve partinin sahiplendiği siyasi görüşler bizim görüşlerimiz oluyor. Bir kere “taraftar” olduktan sonra kolay kolay tuttuğumuz takımdan vazgeçemiyoruz. Bu taraftarlık bizim kimliğimiz oluyor. Daha da ötesi, zihnimiz partinin hatalarına hatta ahlak dışı davranışlarına bile mantıklı açıklamalar ve gerekçeler icat edebiliyor. Zor günlerde takımını savunan taraftarlar gibi tuttuğumuz partinin “avukatı” oluyoruz.
3. Bazılarımız ise sahip olduğumuz fikirlerin iktidara gelecek parti tarafından hayata geçirilmesini istiyor. Ekonomik, siyasi ve toplumsal konulardaki fikirlerimizin ülkemizde uygulandığını görmek istiyoruz. Bir lidere “aşık olan” ya da bir partinin “taraftarı” olan seçmenlerin aksine daha mantıklı bir seçim yapıyoruz. Kendimize pek de yakın hissetmediğimiz, hayat tarzını beğenmediğimiz, değer yargıları bizden farklı bir partiye bile sadece bu nedenle oy verebiliyoruz. Partinin yapacağı icraat bizim fikirlerimizle örtüşüyorsa oyumuzu bu fikir ortaklığına dayanarak kullanıyoruz.
Hem ülkemizde hem de dünyada oldukça küçük bir kesimi oluşturan sonuncu grubu bir kenara bırakırsak çoğumuz oy verirken aklımızdan çok duygularımızdan güç alırız. Çoğumuz “duygusal bir fikir” oluşturarak siyasi tercih yaparız.
Seçimler öncesinde arkadaşlarla ve aile içinde yaptığımız tartışmaların bu kadar gergin olmasının sebebi siyasi tercihlerimizin duygusal olmasıdır. Duygusal olarak bağlandığımız lider ya da partiye söylenen sözleri, yapılan eleştirileri kendimize yapılmış gibi hissederiz.
Aldığımız kararlar mantıkla alınmış kararlar olmadığı için, bize mantıklı açıklamalar yapan ve fikrimizin tutarsız olduğunu ispatlamaya çalışan insanların çabaları hiçbir sonuç vermez. Bir kere bir lidere ya da bir partiye bağlandıktan sonra mantığımızı sadece kendi kararımızın ne kadar doğru olduğunu kanıtlamak için kullanırız. Televizyondaki “uzmanların” tartışmalarının bile bu kadar “ateşli” olmasının nedeni budur.
Siyasi konularda da sezgilerimiz ve duygularımız bilginin ve mantığın önüne geçer. Bir kere karar aldıktan sonra bundan zor vazgeçeriz; çünkü kararımızı değiştirdiğimizde iç dengemizin bozulacağını hissederiz. Dengemizi korumak için kararımızda direniriz.
Siyaset bizim “kim olduğumuz”, “nasıl bir toplumda yaşamak istediğimiz”, “kimler tarafından temsil edileceğimiz” sorularına cevap aradığımız bir alandır. Bütün bu sorular, bizim her gün inşa etmek istediğimiz kimliğimizle ilgili sorulardır. Duygusal olarak bağlandığımız, kendimizi ait hissettiğimiz partinin kazanmasını isterken heyecanlanmamız, sevinmemiz ya da tedirginliğimiz, endişemiz, korkumuz bu nedenledir. Seçimleri hangi partinin kazanacağı, devleti kimin yöneteceği gibi teknik bir konudan ibaret değildir; anlamı daha derindir. Bizim var oluşumuzla ilgili bir konudur.
Bana göre, bir partinin seçim arifesinde sadece hangi konularda neleri yapıp neleri yapmayacağını vaat etmesi, meseleyi vergi, sosyal güvenlik, emeklilik gibi teknik konulara indirgemesi, kitlelerin duygularına dokunma şansını ıskalaması demektir.
Bence siyasi partiler ırkçılık gibi çağ dışı politikalara hiç sapmadan pekala toplumun kimlik arayışına cevap verecek yaklaşımlar geliştirip bunları ifade edecek duygusal bir dil geliştirebilir. Bana göre her siyasi parti, toplumun ait olma ihtiyacına, bu zamanın ruhuna uygun bir cevap üretebilir.
Partilerin geliştirdikleri projeler ve teknik konulara çözüm önerileri elbette hepimizin ilgisini çeken somut konulardır. Her partinin programında bu önerilerin yer alması ve parti tarafından bunların seçmene anlatılması gerekir; ama bütün bu projeler buz dağının su üstünde kalan kısmı gibidir. İnsanlar kendilerini yönetecek lideri ve siyasi partiyi seçerken sadece buz dağının üzerine bakmazlar. Tercihleri daha derinden etkilenir. Eğer akıl buz dağının üstündeyse duygular altındadır.
Bir siyasi lideri, bir siyasi partiyi tercih ederken kullandığımız yöntem bir markayı seçerken kullandığımız yönteme benzer. Marka tercihlerimizde olduğu gibi siyasi tercihlerimizde de yoğun olarak duygularımıza güveniriz, duygularımızdan güç alırız. Oy verirken elbette mantığımızı da kullanırız; ama tek başına mantığımız bu tercihlerimizi açıklamaktan çok uzaktır.
Bence siyasetçilerin marka dünyasından öğrenecekleri çok şey var; çünkü markalar anlam yaratmak, duygulara hitap etmek bakımından siyasetin çok ilerisinde.
Konuyla İlgili Makale ve Linkler
- Drew Westen, Political Brain, website
- Drew Westen, Political Brain, video
- Andrew J. Healy, Stanford University , Neil Malhotra , Stanford University , Cecilia H. Mo ,Loyola Marymount University “Personal Emotions and Political Decision Making: Implications for Voter Competence”
- Michael Shermer , “The Political Brain. A recent brain-imaging study shows that our political predilections are a product of unconscious confirmation bias.”
- Michael Shermer on “Strange Beliefs”, TED Lecture
- Study finds left-wing brain, right-wing brain
- Dr. Ryota Knai
- Political psychology
- Oleg Smirnoz, C. Dawes, J. Fowler, R. McElrehart, T. Jhonson “R. The Behavioral Logic of Collective Action: Partisans Cooperate and Punish More Than Nonpartisans”
Süper bir yazı, ama hiç kimse bir fikir belirtmemiş hayret.
Yazara teşekkürler.