İyi anlatılan bir öyküden etkilenmeyecek insan yok. Öyküler, dinleyicilerin egolarını zorlamadan, onların kendi korkuları ve kaygılarıyla yüzleşmelerine ya da kendi hayallerini zihinlerinde canlandırmalarına imkan verir.
Siyasetten pazarlamaya, eğitimden şirket yönetmeye kadar her yerde etkili liderler, vizyon oluşturmak, değerlerini aktarmak, insanları motive etmek, onlara ilham vermek için öykü anlatırlar. İnsanları etkilemenin ve harekete geçirmenin en kısa yolu, öykü anlatmaktır. Bugün nörologların ve sosyal bilimcilerin de söylediği gibi, daha fazla bilgi daha iyi karar almamızı sağlamaz. Daha iyi karar alabilmek için, bilgi yığınlarına değil, bilgilerin arasına gizlenmiş bilgeliğe ihtiyacımız var. İhtiyacımız olan bilgelik ise öykülerde gizli. (Öyküler Neden Bu Kadar Önemli?)
Sadece insanlar değil markalar da öykü anlatır. İçerik Pazarlamasının öncü isimlerinden Ann Handley, “Marka yönetiminde başarı, gerçek hikâyelerin iyi anlatılmasına bağlıdır.” der.
Markalar yaptıkları reklam kampanyalarıyla, aslında hem tüketicilerine hem de iş ortaklarına öyküler anlatırlar. Başarılı markalar, kendi özgün hikayelerini iyi anlatan markalardır.
Anadolu toprakları, öykü anlatıcılığı konusunda önemli bir coğrafyadır. Dede Korkut hikâyeleri, Nasreddin Hoca fıkraları, Keloğlan’ın serüvenleri bizim ortak bilinçaltımızı oluşturur. Bu öyküler, Anadolu coğrafyasının bilgeliğini yansıtır. Bu coğrafyada öykü anlatıcıları “Mana ülkesinin valileri” olmuşlardır.
Homeros’tan günümüze halk ozanları Anadolu coğrafyasında dolaşmış, yaşananlara tanıklık etmiş, duyduklarını hafızalarına almış, bunları gittikleri yerlerde günlerce dillendirmişlerdir. Edebiyatçı Mehmet Uzun’un tarifiyle halk ozanları, “Genelde okuma yazma bilmeyen, sözlü kültürün değerleriyle yetişmiş; yaşadığı toplumu, geleneklerini, çelişkilerini iyi bilen, güçlü bir belleğe sahip, hem sözü hem sesi ustalık ve zerafetle kullanan insanlardı.”
Bu öykücüler, aşiret kavgalarını, doğal afetleri, toplumsal acıları ve yaşanan aşkları öykülerine konu ederlerdi. Öykülerini anlatırken söz sanatının bütün imkanlarını kullanırlardı. Öyküyü yaşayarak anlatırlardı.
Öykü anlatıcıların başarısı, gittikleri köyde ne kadar uzun süre misafir edildikleriyle ölçülürdü. Akşam olup da günlük işler sona erdiğinde, insanlar bu halk ozanlarının etrafında toplanırlardı. Onlar da her gece öykünün bir kısmını anlatır, devamını ertesi geceye bırakırlardı. Öyküleri ne kadar ilgi çekerse öykü anlatıcıları o kadar uzun süre misafir edilirlerdi.
Öykü anlatıcıları kaldıkları yerlerde duydukları öyküleri birleştirerek, dinleyicilerinin ruh durumuna ve andaki ihtiyaçlarına göre anlatırlardı. Ortam çok kasvetli ve stresliyse öyküler daha umut dolu olur; aşılması gereken bir zorluk varsa öyküler cesaretlendirici olurdu.
Öykücüler gün boyu insanları gözlemlediği için, akşam anlattıkları öykülerde hayatın içinden, herkesin derdi olan konulara değinme imkanı bulurlardı. Öykü anlatıcıları, halkın inanç ve geleneklerine ters düşecek konuları işlemezlerdi. Neye nasıl vurgu yapacaklarını, nasıl davranacaklarını iyi bilir; hem akla hem kalbe hitap ederlerdi.
Öykücülerin anlattıkları hikâyeleri dinleyen herkes, hikâyenin bir bölümünde kendisinden bahsedildiğini anlardı. Bu da herkesin pür dikkat kesilmesini sağlardı. Böylece hem öykü anlatıcıyla dinleyiciler hem de dinleyiciler birbirlerine yakınlaşırdı.
Markaların ve liderlerin bu kadim gelenekten öğrenecekleri çok şey var. Bütün markaların içinde anlatılmayı bekleyen hikâyeler var. Her marka varoluş amacıyla, kuruluş hikayesiyle, kurucuların aştıkları engellerle, kaybedip kazandıklarıyla bize ilham vercek öykülere sahiptir.
Fakat ne var ki çok değerli hikâyelere sahip olmak yetmiyor. Bu hikayeler ancak iyi anlatıldıkları zaman değer buluyor. Bugünün liderlerinin görevi, belki de bugüne kadar önemsenmedikleri için şirketin karanlıklarında kalmış öyküleri bulup gün ışığına çıkarmak; onları tozlarından arındırıp parlatarak şirketin iletişim dilinin içine sokmaktır.
Marka iletişiminde ise bir tane altın kural vardır. Markayı kullanan insanı hikayenin kahramanı yapan öyküler anlatmak. Anette Simmons’un dediği gibi bu “öyküleri en iyi anlatan kazanır.”
Not: Yeniden düzenleyip yazdığım bu yazıyı ilk kez Aralık 2013 tarihinde yayınladım.
Konuyla İlgili Makale ve Linkler
- Klaus Fog, Christian Budtz, Philip Munch, Stephen Blanchette, “Storytelling: Branding in Practice“
- Ann Handley, “How to Tell Your Company’s Story: The Reimagined Remix”
- Ann Handley, Website
- Patricia Redsicker, “Content’s Competitive Advantage: Interview with Ann Handley”, 2011
- Frank Rose, “The Art Of immersion”
- Frank Rose, “The Art Of immersion”, Video
- Frank Rose Blog
- Henry Jenkins, “Transmedia 202: Further Reflections”
- Michael Z. Newman, “Intermediality and Transmedia Storytelling”
- Steve Denning, “Why Leadership Storytelling Is Important”, Forbes
- Ben Straley, “Effective Storytelling for Brands: How to Drive Discovery & Engagement”
- Lou Hoffman, “Storytelling in Leadership”
- Leadership Stories
- Howard Gardner: Creativity and Leadership, Video
- Daniel Goleman “What I Learned About Strategic Storytelling for Effective Leadership from Howard Gardner”, Video
- Professor Brian Sturm, “Storytelling Theory and Practice”, Video
- Salman Rushdie: On Storytelling, Video
- “Steve's Story: How I Became a Leadership Storyteller”, Video
- Doug Stevenson, “Leadership Corporate Storytelling - Doug Stevenson, Storytelling in Business”
Iran tour operatorlugu sektorlerda her 3-5 senede yeni bir marka ortaya çikiyor sonra kayb olup gidiyor. Bizim sektorde bu bir paradoksa olmuştur, halbuki Farsca edebiyatinda ve Turkeyde bilinen ve bu sorunu çozen bir hikaye vardir. Bu makaleyi okuduktan sonra bunu fark ettim . Belki sizinda işinize yarar :
Şah Şehriyar karisinin tarafinda aldatildigini alnar , ve her akşam bir bakire kizi yatagina alir ve sabah o kizi oldurur, Şehrazad o kizlaridan birisi, ama ilk gece bir firseti yakalayip Şah Şehriyara bi hikaye anlatmayi başlar, gece bitince Şehrazad hikayiyi oyle guzel anlatmişki Şah Şehriyar devamni merak ettigi icin , Şehrazadi oldurmekten vazgeçmiş, Şehrazad bu hikaye anlatimini bin bir gece devam eder ve Şah Şehriyardan 3 cocuk sahibi oluyor (duygusal bagi) ve asilda hikayenin aktardigi kavram ,Şah Şehriyarin ” yanlis zehinsel modelini ” degiştiryor , bin bir gece bitince bu ” yanlis zehinsel modelide ” ortadan kalkiyor, ve Şehrazad omur boyu ulkenin kiralicesi oluyor …….
İŞTE SİZE BİR ÖYKÜ….
‘’ aslında üretilen, süs bitkisi gibi görülsede, değildir’’
ANNEM BENİ PEYZAJ MİMARI SANIYOR, ONA ÜRETİCİ OLDUĞUMU SÖYLEMEYİN.
Sanırım, ilk süs bitkileri üretimini düşünmeye başlamam, 97-98 yıllarına denk gelir.Yurtdışından, inanılmaz miktarlarda süs bitkileri ithalatı yapılıyordu.Bir peyzaj mimarı olarak, projelerimde, bu malzemeleri bol bol kullanıyordum.Beni bu üretim macerasına çıkaran ve yaşantımı bambaşka meydanlara götüren yolun başlangıcı, ‘’ biz bunları neden üretemiyoruz, ne var ki bunda, atla deve değil ya ‘‘gibisinden, kendi kendime sorduğum, bu masum sorudur.
Sonuçta,diploma alabilmek için üniversitede diksek çürütmüş biri olmam nedeniyle, refleks olarak, önce üniversitelere yüzümü döndüm ve kendime kaynak toplamaya başladım.İşin tekniğini öğreneceğim ya! Kaynak bulmak zor olmadı, sağolsun hocalarımız,cilt cilt kitaplar emre amade… Evimden televizyonu kaldırarak, tam iki sene bu kaynakları hatmettim diyebilirim. Üretim sahaları, işim gereği uğradığım yerlerdi, ama, amatör akademik çalışmam başladıktan sonra,daha meraklı, soran soruşturan bir edayla(!) dolaşmaya başladım. Karşılaştığım üreticilerden, sorguya çekmediğim kimse kalmadı diyebilirim.Kendimden bıktırıyor muydum insanları ne ! Ve anladım ki, kitaplarda konular neredeyse hep aynı tariflerle verilirken, gerçek üretim alanlarında, her yiğidin yoğurt yeyişi farklıydı.İşin ilginç tarafı, bu yoğurt yeyişler kitaplardakilerden de farklıydı. Çık işin içinden çıkabilirsen. Sanırım, o günler, akademik olarak tarif edilen üretimle, serbest piyasa üretimi arasındaki uçurumu farkettiğim zamanlardı (1998-1999). Farkettiğim diğer ikinci önemli konu ise, peyzaj mimarlığı ve süs bitkileri üreticiliğinin, yanyana, birbirini besleyen, fakat birbirinden farklı meslek disiplinleri olduğunu anlamamdı.Bu giriştiğim, bir mimarın çimento üretimini düşünmesi veya bir doktorun ilaç fabrikası kurmayı düşünmesi gibiydi,…ama bir kez kanıma girmişti ya, illa, ne menem şeyse şu üretim dedikleri, öğrenecektim. Yine bir saflıkla,‘’ne kadar zor olabilir ki’’ diye düşündüm. Anlayacaktım.
İlk kez, 2000 yılının mayıs ayında,İstanbuldan, tası tarağı toplayıp, ‘’artık sen, beşibiryerde de takarsın’’ diyen arkadaşlarımı geride bırakarak, Pamukovanın bir köyüne taşındım. 2. el bir sera alarak ve karşısında, en büyük hayaline kavuşmuş bir insanın mutluluğuyla ağlayarak,küçük bir ev bahçesinde,ilk denemelerimle, üretime merhaba dedim.
ENGELLER ENGELLER…ve engellenemeyenler…
Kanımca engeller ikiye ayrılır; psikolojik ve fiziksel.Psikolojik engeller, arkaik geçmişimiz,mevcut kişisel ruhsal durumumuz ve üzerimizdeki sosyolojik yaptırımların oluşturduğu bileşkedir. Fiziksel engeller ise beden gücümüz, cinsiyetimiz,sahip olduklarımız, ekonomik durumumuz gibi,bulunduğumuz fizik çevre koşulları, yani imkan engelleridir. Sanırım bu maceraya başladığımda, dışarıdan görülebilen-görülemeyen, zengin bir engeller koleksiyonum vardı.
En göze çarpan, her ne kadar da, keçi çobanlığı yapan bir babaannenin torunu olsamda, kolejlerde büyütülmüş, üniversiteye gönderilmiş,sınırsız bir zenginlik değil ama, göreceli rahatlıklara alışmış, tabir yerindeyse beyaz yakalılar denilen grubun kıyısında, bir yeni nesildim.Ve bir kadındım. Ayrıca,köyden şehre değil, şehirden köye çıkmıştım.
Önce odun sobası yakmayı öğrendim,kovadaki suyla banyo yapmayı, kilitsiz bir kapı arkasında uyumayı, yemek yapılabilecek yabani otları, çamur deryasında boğulmayı,sonbahardan kış erzağını hazırlamayı,…zaman içinde bu kazanımlarım öyle bir hal aldı ki, beni dağ başında,çul çadırın içinde bıraksalar, yaşayabilir hale geldim.Babaannemin ruhu şad olsun,elimden tutuyordu. Bakın, üretim sevdası bana başka neler öğretti; Spor klüplerinde ter atmaya alışmış biri olan ben, gym salonunda, 1 saatte yakılacak kalorinin, Emine teyzenin karnıbahar tarlasını kazarken 20-30 dakikada rahatlıkla yakılabileceğini farkettim.Hem bir kaç bin dolar klüp aidatı ödemiyordunuz, hemde yardımınız karşılığında bir kaç karnıbahar veriliyordu.Ve siz kürekle traktöre toprak yüklerken, Enver amca bir yandan yardıma koşuyor, bir diğeri diğer yandan, güle oynaya işinizi bitirip, bir de üstüne altın kızların( köyün hayat dolu 3 yaşlısının lakabıydı) demlediği çayları içebiliyordunuz.Ve bu çayın tadı, Bağdat caddesinde bir cafede içtiğiniz çaydan çok farklıydı.Çünkü servisi, gözleri ışıl ışıl, sizi yüreğinin içine koyuverecekmiş gibi bakan, yaşlı bir kadın yapıyordu.Oruç olmasanızda, bir iftar akşamını, sensiz iftar olmaz diyen komşunuzun sofrasında karşılayabiliyordunuz.Ve ramazanın, tüm insanları biraraya getiren paylaşma gücüyle, o önyargısız ruhuyla beraber, çorbanıza kaşık sallayabiliyordunuz.Teknik eleman olmanın verdiği ayrıcalıkla(mühendis hanımdım ya), kadınların önünden geçmekten çekindiği köy kahvesinde, her zaman oturacak bir sandalyeniz oluyordu: kimi zaman siz bir şeyler öğretiyordunuz, kimi zaman onlar öğretiyordu. Bu arada, erkeklerin kadınlardan daha çok dedikodu yaptığını da, öğreniveriyordunuz…..daha neler neler….
Ben onlara ne verdim bilemem ama, iyisiyle kötüsüyle, hayata dair o kadar çok şey öğrendim ki, sanırım gözükara giriştiğim bu üretim macerası, benim için, aynı zamanda, kendimi de tekrar üretmeyi öğrenmekti. Ve ben, tüm bu uğraşlar içinde, karşılaştığım zorluklara dayanabilme ve başedebilme gücümü, toprakla ve toprak insanlarıyla kurmuş olduğum güçlü bağlardan aldım. Herzaman içimde onlara ve onlarla geçirdiğim zamana karşı bir şükran duygusu oldu.
Toprak, bir tohum karşılığında sizi besleyeceğine söz verir, toprak insanlarıysa sanki doğal birer aynadır; karşınızdaki insanda kendinizi, kendinizde ise karşınızdaki insanı görürsünüz. Ve canlı bir malzemede üretim faaliyeti, bu süs bitkisi de olsa, size yaşamın hem ne kadar kırılgan, hiç ihmale gelmeyeceğini, hemde şaşılası gücünü ve inadını öğretir.
Yaşadıklarım tozpembe değildi elbette.Bir süre sonra, artık küçük bir fidanlığım olmuştu, üretimi deneye yanıla öğreniyordum, fakat üretimden para kazanmayı öğrenemiyordum.Amatör öğrenme ruhu, bir işletmeyi ayakta tutamıyor, sürekli peyzaj mimarlığımdan kazandıklarımla takviye ediyordum.Bu ise bana sonsuz bir koşuşturma veriyordu.Ne üretim çalışması bitiyordu ki kendimde senelerce elemanlarımla beraber üretimin mesaili işçiliğini yaptım, ne de şantiye işleri bitiyordu.Ayrıca, son kuruşuna kadar üretime ayrılan peyzaj gelirim, inanılmaz bir kişisel yoksulluk yaşatıyordu; kazandıklarımı kendime harcamaya kıyamıyordum. Açık söylemek gerekirse, uzunca bir süredir, bezmiştim,yorulmuştum.
Birgün, sabaha karşı, ova sis içindeyken, küçük fidanlığımın karşısında büyük bir umutsuzlukla oturdum. Dama demeye hazır bir insan olarak, hayatım gözümün önünden geçti; yaşadıklarım-henüz yaşamadıklarım, öğrendiklerim-henüz öğrenemediklerim, hayattan anladıklarım-henüz anlayamadıklarım…Ve ben o sabah, kazanmak ve kaybetmek diye bir şeyin olmadığını anladım. Sahi, ne kazanmak için neyden vazgeçiyorduk, kaybettiğimizi düşündüğümüzde bize kalan neydi ? Hayat ne kadarda sınırsızdı,kavramlara,ezberlere sığmıyordu, hayat nasılda, senin, onun yakasına yapıştığın kadardı.Bir kez daha yakasına yapışmaya karar verdim.
Bundan sonrası,bir süre sonra fidanlığımı başka bir bölgeye taşınsamda, bir ekonomik batağın tam ortasından,aşkla ki aşktan başka hiç bir şey, bir karşılıksızlığa bu kadar uzun süre tahammül edemez, yeniden bir deneyim (piyasada buna firma deniyor) inşaa etme zamanlarıdır.
Neler öğrendim ?
Öğrenmenin sınırının olmadığını,kitaplara sığmadığını öğrendim.Ve öğrenmenin-öğretmenin en verimli alış-veriş olduğunu, yaşayarak öğrendim.
Nasıl ki hayat sürekli kendini yeniliyorsa, piyasa ve sektörde sürekli hareket halindeydi. Bu devinimleri, sektörümde, okumayı öğrendim.
İşletmelerin ruhu olan organizmalar olduğunu, işçisi, işvereni,tedarikcisi ve müşterisiyle bir bütün olduğunu,herkesin birbirine göbekten bağlı olduğunu ve her bir parçanın, en az diğeri kadar önemli olduğunu öğrendim.
İşletmeleri ayakta tutan gelir-gider dengesiydi. Evet, kar çok şeydi,en basitinden, ayakta durabilmenin koşuluydu,gelişim için sağlam bir finans sistemi gerekiyordu ama kar herşey değildi; ödediğim bedellerden ve bana kattığı değerlerden öğrendim.
Bir işletmeye, kurumsallık önemli bir disiplin ve istikrar getiriyordu, ama insaniliği yokettiği bir noktası vardı,bu dengeyi kurmayı öğrendim.
İnsanlar, ailede,mahallede ve okullarda olduğu kadar, işyerlerinde de adı konmamış bir eğitim alıyorlardı, kişilikleri,yaşantıları,yaşama karşı duruşları değişiyordu. Bunun sorumluluğunu taşımak gerekiyordu, bu sorumluluğu iliklerimde hissettim.
Özellikle 2000’ lerden sonra ciddi ve hızlı bir gelişim atağı başlatan sektörde, küçük bir bilgi veya bir deneyim paylaşımı bile, önemli farklar yaratabiliyordu. Bireysel değil, sektörel gelişime odaklanmak gerekiyordu; bencil olmamayı öğrendim.
……daha bir çok şey yazılıp çizilebilir bu alt başlıklarda, herbiri bir makale konusudur.Ama benim öğrendiğim en önemli şey, üretimin sadece iş değil, bir yaşam şekli olduğudur. Ve bu yaşam şekli, zorluklarına rağmen sevmeye devam edebiliyorsanız, bağlılığınızı,tutkunuzu kaybetmiyorsanız, hayatınızın anlamını tamamladığınız yer olabilir.
Elbette üretim sektörü, benim kollarımı sıvayıp işe giriştiğim ilk zamanlardaki gibi kalmadı.Önemli bir gelişim ivmesi kazandı.Hala süren sorunları ve gözardı edilemez başarılarıyla, gelişimine ve büyümeye devam ediyor.Sermayeye dayalı modern üretim firmalarıyla geleneksel üreticiler dirsek temasında, daha iç içe,birbirini besleyerek yoldaşlık ediyorlar.Henüz tam adı konamasa da, değişim-dönüşüm zamanlarının karışıklığında, aynı zamanda, yeni açılımlar arayışındayızda.Arz-talep dengesinide gözetmeye çalışarak hedefler koymaya, amaçlar belirlemeye çalışıyoruz.Tamda bu noktada, üretim dediğimiz faaliyetin aslında ne olduğunu gözden kaçırmamamız gerekir.
Uğraştığımız iş kolunda, amaçlar, günlük iş akışlarında değişiklikler gösterebilir, revizyonlara uğrayabilir, dönüşüm geçirebilir. Ama, tüm bu evrelerde, çabalarımızın derinlerinde bir ruh vardır. İşte bu ruhu, üreticilikte sadece kar içgüdüsüyle açıklayamazsınız. Çünkü aslında üretilen, süs bitkisi gibi görülsede, değildir.Bu üretim sürecinde, kendimizi üretiriz, çevremizdeki insanları ve beraber sürdüğümüz hayatı üretiriz; bilgiyi, kültürü,deneyimi üretiriz, inancı üretiriz, yazılı olmayan sosyal hukuku, adalet duygusunu üretiriz, hatta paylaştığımız neşeyi üretiriz. Ve eğer başarabilirsek, arkamızdan gelen kuşaklar için umudu üretiriz. En azından benim için üreticilik, yaşadığım tüm üreticilik deneyimlerinden sonra budur….
Ve ben tüm öğrendiklerimi, koltuğumun altında kitaplarım, ayaklarım çıplak toprağa basarak, iyi günümü-kötü günümü, korkmadan, insanlarla ve bitkilerimle paylaşarak öğrendim ve öğrenmeye devam ediyorum.
13 senedir, içinde büyüdüğüm ve olgunlaştığım bu çevreye ve bu işe, yaşantıma ve bana katkılarından dolayı derin bir gönül borcum olduğunun da farkındayım. Yeniden yapılanma sürecine girmek üzere olan firmam, ilhamını bu borçtan almaktadır.