Modanın bizi cezbetmesinin nedeni güzel olana duyduğumuz hayranlıktır. (Güzeller Zekidir) Hepimiz farklı olmak, sürüden ayrılmak istiyoruz.
Sizce de öyle değil mi?
Ama aşırı farklı olmak da istemiyoruz. Jerzy Kosinski’nin “Boyalı Kuş” romanında kendisini boyayan kuşun türdeşleri tarafından öldürülmesi gibi, biz de dışlanılmaktan korkuyoruz.
Farklı olmak istiyoruz ama yaşadığımız topluluğa da uyumlu olmak istiyoruz.
Moda kelimesinin Lâtince “oluşmayan sınır” anlamındaki “Modus”tan geldiğini düşünürsek, değişimle bağını kolayca kurabiliriz. Moda, içimizdeki birbirlerine zıt, farklılaşma ve benzeme ihtiyaçlarımızı şaşırtıcı bir şekilde doyuran değişimin adıdır.
Modayı inceleyerek sadece zamanın ruhunu değil bu ruhu oluşturan sosyo-kültürel geri planı da okuyabilirsiniz.
Örneğin Orta Çağ rahipleri, bedenin “ruhun iğrenç giysisi” olduğunu söyleyerek bırakın giyinip süslenmeyi, yıkanmayı bile yasaklamışlardı.
Manastır kurallarını hiçe sayma cesaretini gösteren Aristokratlar, giyim-kuşam ve yeme-içme alışanlıklarıyla saraylar arasında bir gösteriş yarışı başlattılar ve sıradan halktan sıyrılmak, üstünlüklerini kanıtlamak için kendilerine özgü bir moda yarattılar.
18. yüzyılda aslında her şey “abartılı” ve “süslüydü”. Döneme damgasını vuran Rokoko tarzı giysiler, kadınların hareket etmesini kısıtlayacak kadar gösterişliydi. Şık bir giysi sadece pahalı olduğu için değil, aynı zamanda “çalışmak zorunda olmamanın” da simgesiydi.
Fransız İhtilaliyle modadaki bu ihtişamlı dönem de sona erdi. Artık burjuva sınıfı talep ettiği demokratik hakları elde etmişti. Yeni dönem, yeni bir yaşama felsefesini ve kendi modasını getirdi: Burjuva erkek giyimi iyice sadeleşti. Erkek kıyafetleri artık “yoz aristokrat değerlere” karşı koyan bir yalınlıktaydı. Kadının yeri evi; görevi de erkeği için süslenmekti.
Savaş yılları moda üzerinde öldürücü değilse bile dondurucu bir etki yaptı. Hatta 1918’de İngiltere de aynı anda “sokak, ev, dinlenme, çay, yemek, akşam, gece ve yatak giysisi” olarak tasarlanacak bir “Ulusal standart giysi” yaratılması bile gündeme geldi.
Yoklukla birlikte kadınlar evlerinden çıkarak fabrikalarda ve hastanelerde çalışmaya başlayınca korseler çıktı, saçlar ve etek boyları kısaldı, giysilerdeki tüm romantik kesimler ve kadınsı kıvrımlar yok oldu. Artık kadın giyiminde “androjen” (erkeğe özgü) bir görüntü hâkim olmuştu.
Coco Chanel, boncuklu, uzun ve kabarık tuvaletler giyen kadınların çoğunlukta olduğu bir davete üzerinde son derece düz, iyi kumaştan siyah bir giysiyle katıldı. Saçları “A-lâ garçon ” (oğlan çocuğu) stilinde kesilmişti. Teni güneşten bronzlaşmıştı. Boynunda bir sıra beyaz inci vardı. Son derece gösterişli giyinmiş diğer kadınlar Coco’yu şaşkınlıkla süzdüler. Oysa onun kendine özgü, güvenli ve özgür bir tavrı vardı. Chanel’in bu tarzı bir devrim etkisi yarattı. Chanel’in “Şehrazat olmak kolaydır. Asıl zor olan küçücük siyah bir elbiseyi taşımaktır.” sözü moda tarihine yazıldı.
Savaşın “dayattığı” koşulları sezen Coco Chanel 1914 yılında jarse’leri (jersey) çıkardı. Bu aşırı yalın ve rahat giysiler 1920’lerin modasının temel taşları olacaktı. Bugün bu modaya dönüp baktığımızda, ortaya çıkanın salt elbise modeli olmadığını, yepyeni bir kadın tipi yarattığını söyleyebiliriz. Bu giyim tarzı “erkeğe benzeyen” bir dişiyi yansıtıyordu.
Yüzyıl boyunca da “klâsik giyim” olarak tanımlanan ve bugün resmi kurumlarda “uygun kadın kıyafeti” olarak öngörülen “döpiyes” (ceket ve etek) aslında savaş yıllarının zorunluluklarıyla ortaya çıkan bir tercihti.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’ların başında Borsanın çökmesi, kadınsı kıyafetleri ortadan kaldırdı. Her türlü israf ve doğal olarak moda, vatan hainliği olarak kabul edilir oldu.
İkinci dünya savaşında Paris zaten Alman işgaliyle bütün vitrin ışıklarını söndürmüştü. En az kumaşla ve malzemeyle, çok az işçilik gerektiren, sade, gösterişsiz elbiseler, bele oturan düz kesimli askeri üniformaya benzeyen ceketler, bu döneme damgasını vurdu.
İngiliz generali Bernard Law Montgomery (Monty)’nin giydiği ceketlerden esinlenerek tasarlanan ve bizim bugün hala kısaca “mont” dediğimiz ceketler ortaya çıktı.
Savaş sonrasında refah yeniden artmaya başlayınca, 50’li yıllarda kadınlar, gelişen ev teknolojileri sayesinde “mutlu ev kadını” tablosu çizmeye başladılar. Kadınların erkek giyimine öykünme dönemi sona erdi ve yüzyılın başından beri reddedilen kadınsı giyim (Victoria dönemine öykünen kabarık etekler ve ince bel) modası geri geldi. Tüm keskin hatlar yumuşadı ve göğüsleri vurgulayan pensler, yuvarlak yakalar, fırfırlar, uçuşan etekler – kadınsı stil – geri geldi.
Amerika’da ise 1950’lerde Hollywood aktörlerin taşıdığı “Blue jean”, siyah deri ceket ve tişört giymek “işçi sınıfının isyanını” simgeleyen kimlik haline geldi. (Asi Gençlik filminde James Dean, Rıhtımlar Üzerinde filminde Marlon Brando, o zamanlar neredeyse herkesi etkileyen moda ikonları olmuşlardı.)
Daha sonrasında bu giyim tarzı, Avrupa’nın alt-kültürlerinin moda anlayışı oldu. Özellikle gençler, kendi modalarını – bir tür Anti-moda – yaratmaya başladılar.
Meselâ Punk, içinde bulundukları durumu protesto etmek üzere kendilerini birer “toplumsal artık” olarak sunan gençlerin modasıydı. Punkçuların dertleri, mümkün olan en korkutucu görünüşe ulaşmaktı. Parayı ve zenginlik ifadesi olan modayı, burjuva ve kapitalist değerleri olarak görüyorlardı. Değersiz malzemeleri “aksesuar” olarak kullanarak isyanlarını ifade ediyorlardı. (Young, Tricia H. Punk Bir Alt Kültürünün Oluşumu, Dost Kitap evi, 1999)
60’lı yılların modası ise etek boylarının iyice kısaldığı, kadınların göğüslerini kapatmasın diye kolye bile takmadıkları, bir “açılma ve rahatlama” dönemi oldu. 60’lı yıllar bütün batı dünyasını hatta Türkiye’yi de içine alan bir iyimserlik dönemiydi. Bu iyimserlik toplumsal ilişkilerin her planına yansıdı. Tabii modaya da.
60’lı yıllar dünyada özgürlük rüzgarlarının estiği yıllardı. Kennedy Amerikan başkanı olmuştu, Neil Armstrong Ay’a çıkmıştı, Martin Luther King Nobel ödülü almıştı, Bob Dylan ve Joan Baez savaş karşıtı hareketlerin sembolüydüler.
68 kuşağı ve özgür aşk savunan, barış yanlısı “Çiçek Çocukları” bu dönemin içinden çıkmış karşı koyuşlardır. 68 kuşağı doğal malzemelerden yapılmış, rahat kıyafetler giyiyor ve bu kıyafetlerinde el örgüleri ve el boyamaları gibi folklorik özelliklere yer veriyorlardı. 68 kuşağının tarzı sanayi toplumuna “doğal” bir başkaldırıydı.
70‘li yıllara gelindiğinde toplumların ruh halleri genel olarak kötümserdi. Aynı dönemde tarz, modanın önüne geçti. Coco Chanel bunu aslında 1930‘larda “Moda geçici tarz kalıcıdır.” diyerek bir kehanet gibi ortaya koymuştu.
80’li yıllarda trendler değişti ve tabi moda anlayışı da. 19 yaşında evlenerek Buckingham Sarayına giren Prenses Di, mahcup ve ürkek gülümseyişiyle kameraların kendisine çevrilmesine neden oldu. Lady Diana, yeni bir romantik akım başlatarak 80’lere damgasını vurdu. Bir prensesten beklenmeyecek kadar ürkek, ama bu ürkekliğine rağmen, stiliyle oldukça güçlü duruyordu.
Aynı dönemde Madonna da, “yeni romantiklerin” önemli temsilcilerinden birisi oldu. Değişik aksesuarları, siyah deri motosiklet ceketiyle, “ kendi tarzını” oluşturuyor; eskitilmiş ve yırtık kıyafetlerle beraber dantel kullanabilecek kadar aykırı davranabiliyordu. Moda’nın kalıplarını yıkarak stil ikonu oluyordu.
80‘li yılların sonuna doğru artan küreselleşmeyle birlikte Fransız modasının egemenliği zayıflamaya başladı. Japonya “uçuk bir tarz” (avant-garde); Amerika “rahat” (casual) giyimlerle yükselişe geçerken İtalyanlar “kalite ve tarzın” simgesi haline geldiler.
80’lerde barış ve aşk isteyen hippilerin yerini; başarı ve parayı önemseyen, hırslı, çok çalışkan, sert oynayan, kariyer sahibi, “yuppie”ler almıştı. Thatcher, Özal ve Reagan ekonomilerinin yarattığı “yupiler” için kruvaze ceketler, beyaz yakalı, çizgili gömlekler sosyal tırmanış ve rekabetin sembolü haline geldi.
İnsanlar daha fazlasını istiyordu. Daha çok güç, daha çok para, daha çok başarı, daha çok itibar… Bunun moda dünyasında tercümesi, daha geniş omuzlar, daha kabarık saçlar, daha çok aksesuar demekti. Kadın ve erkek arasındaki fark azaldı ve kadınlar da takım elbise giymeye başladılar. Dönemin modası kadınlara ve erkeklere güçlü ve başarılı olmanın simgelerini sunuyordu.
90‘lara gelindiğinde ise “sade” ama “kaliteli”; “aldırmaz görünen” ama çok “özenli” bir tarzı yansıtmaktı. Siyah yine moda olmuştu. Vogue’un kapağını bu kez soluk kotları ve görünmez makyajlarıyla Naomi Campbell, Linda Evangelista gibi mankenler süslemekteydi. Hepsi de güzellikleri nedeniyle “şehvet” uyandırıyor, güçleriyle “hayranlık” yaratıyor ve “hırslarıyla” saygı telkin ediyorlardı. Ralph Lauren bu aldırmaz tarz için “Soluk, eskimiş, hırpanî kıyafetleri seviyorum. Bu çılgınlık değil, sadece dürüstlükle ilgili.” diyordu.
Lady Di’nin boşandıktan sonra Vogue’un kapağına yansıyan basit bir siyah dik yakalı kazakla çekilmiş kısa saçlı fotoğrafı sadece artık “istediği gibi davranabileceğinin bir kanıtı değil”, aynı zamanda Chanel, Valentino, Versace gibi moda evlerinin de güçlerinin azaldığının bir kanıtıydı.
2000‘li yılların ilk on yıllık bölümünü bitirirken moda denildiğinde bugün Sex & the City dizisini gözümüzün önüne getirebiliriz. Dizi ayakkabılardan giysilere, lokantalardan yemek ve içkilerine, ilişki biçimlerinden yaşam tarzlarına kadar başlı başına bir moda gösterisi olmakla beraber, bu zamanın ruhunu okuyabileceğimiz sosyolojik bir olgudur aslında. New Yorklu dört kadının yaşamını konu alan ve tüm dünyada izlenme rekorları kıran “Sex & the City” dizisinin yıldızları, gösterildiği hemen her ülkede, stilleriyle birer idol haline geldiler.
Dikkatli bakıldığında, dizinin stil ikonu Sarah Jessica Parker (dizideki adıyla Carrie Bradshaw), kısa boylu, çarpık bacaklı ve uzun yüzüyle pek güzel bir kadın değil. Ancak tarzıyla 2000’li yılların ruhunu yansıttığı kesin. Asla birlikte giyilmeyeceğini düşündüğünüz renkleri ve desenleri bir araya getirip bunları seksi bir havayla taşıyan bir karakter. Hiç bir modayı takip etmiyor. Üzerinde dünya modası markalarını taşısa da “kendi modasını” oluşturuyor. Bir taraftan, hiç kimsenin giymeye cesaret edemeyeceği giysileri sıradan bir işgününde giyiyor diğer taraftan çeşitli dönemlerin modasından seçtiği giysilerle bir kolaj oluşturup eskiyi moda haline getiriyor. Armani’den, Dior’a tüm tasarımcıların koleksiyonlarıyla âdeta “oyunlar” oynayarak aslında kendi “kişilik projesini” yaratıyor ve “toplama” (patchwork) bir kimlik sunuyor.
Moda bize zamanın ruhunu yansıtan ilhamlar sunar. Modacılar; içinde bulundukları dönemi ve şartları, etkileşimleri, insanların duygularını, fantezilerini, korkularını ve beğenilerini bir potada eriterek seçenek sunarlar.
Moda tasarımcılarının akıllarına esen ilham aslında toplumun içine girdiği ruh halini yansıtan rüzgârdır. Onların yaptıkları bizim duygularımızı bize tercüme etmektir. Tıpkı iyi sanatçıların yaptıkları müziğin bizim ruhumuza hitap etmesi gibi bize, tam da içinde olmak istediğimiz havayı verirler.
Modada yaratıcılık zamanın ruhunu yansıtmaktır.
Not:
Toplumların ruh hallerinin; moda, popüler müzik, borsa, ekonomi, siyaset gibi her unsurun temel belirleyicisi olduğuna inanıyorum. Bu temel görüşü ortaya atan disiplinin adı “Sosyonomi.” Yakından incelemenizi öneririm. Vaktiniz olursa aşağıdaki linkten ulaşacağınız bir saatlik filmi mutlaka izleyin. Bu film toplumsal gelişmelere ve altındaki nedenlere bakış açınızı mutlaka etkileyecektir.
Ayrıca Türkiye ile ilgili bir analiz okumak istiyorsanız Tuncer Şengöz’ün kitabını ve blog’unu öneririm.
Konuyla İlgili Makale ve Linkler
- Unzipped - Film (Douglas Keeve, 1995)
- Valentino The Last Emperor (Matt Tyrnauer, 2008)
- Coco Avant Chanel (Anne Fontaine, 2009)
- Prêt-à-Porter (Robert Altman, 1994)
- Lagerfeld Confidential (Rodolphe Marconi, 2007)
- Blowup (Michelangelo Antonioni, 1966)
- The Devil Wears Prada (David Frankel, 2006)
- Hatirla sevgili (Ümmü Burhan, Faruk Teber - 2006)
- Aristokratik Stil
- İzmir Ekonomi Üniversitesi “Yavaş Moda Hareketi”
- Tuncer Şengöz – Blog
- Socionomics – History’s Hidden Engine
Yine mükemmel bir yazı!
Ben de ekonomi hakkında “Steven D. Levitt” ve “Stephen J. Dubner” isimli yazarların Boyner yayınlarından çıkan “Görünmeyen Ekonomi Dünya Gerçekte Nasıl İşliyor?” (orijinal adıyla ’Freakonomics’) kitabını önerebilirim.
Teşekkürler…
Arka Kapak:
Görünmeyen Ekonomi: Dünya Gerçekte Nasıl İşliyor, politikadan çocuk yetiştirmeye, emlakçılardan öğretmenlere, uyuşturucu satıcılarından sumo güreşçilerine kadar geniş bir yelpazede günlük yaşamın arkasındaki gerçekleri sorgulayan, ekonomiye sıradışı bir biçimde yaklaşarak dünyanın gerçekte nasıl işlediğini anlatan bir kitap.
Bu kitabı okuduğunuzda genel kanıların nasıl oluştuğunu, günlük hayatınızda karşılaştığınız insanların motivasyonlarının nelere bağlı olduğunu daha iyi anlayacak, hayata ve ekonomiye bambaşka bir gözle bakmaya başlayacaksınız.
Sevgili Temel,
Yazılarını zevkle okumaya ,bilgilenmeye devam ediyoruz..Ama bence en hoş tarafı bizlere bu bilgileri hap gibi veriyorsun..öyle bir hap ki yutarken insan büyük keyif alıyor.
Sağlıcakla,
Can BAŞAR